Dedem öldü. 69 yılı bir odalı evde yaşadı ve öldü. İnce, zayıf, iki dirhem bir çekirdekti. Baştan sona merhametti. Giderken, bir odalı ev ve kocaman bir boşluk bıraktı. O kocaman boşluğu kimse dolduramadı. Evin her yerinde izi, kokusu var. Duvarda kronolojik sırayla, geçen bir ömrün fotoğrafları asılı. Bir yanılsamanın içindeyim; dedem orada her zamanki yerinde oturuyor, konuşmuyor. Sonra yanına oturuyorum boşluğa dokunuyorum. Var gibi ama yok. Bir varmış bir yokmuş gibi. Babam giriyor içeri; zaten babamı hiç sevmezdim diyor. Ben de seni diyorum ona bağırarak. Sen burada hatıralarla avun dur diyerek kapıyı çarpıp çıkıyor. Anladım ki oğullar babalarını sevmezlermiş, buna delil benim. Babam da babasını sevmezdi, işte bir delil daha. Hatta dedem de babasını sevmezdi, o günlere yetiştim (bir delil daha). Bilmem kaç oğul daha babasını sevmeden büyümüştür; bir sürü delil dolaşıyor ortalıkta. –Şükür ki kızlarım babalarını severek büyüyorlar–
Dedem ölmeseydi, babamı sevmediğim kadar onu severdim. O da oğlunu sevmediği kadar beni severdi. Büyük dedem de dedemi sevmediği kadar babamı severdi. Hatta büyük dedem babama bir bağ bağışladı. (“Baba oğluna bir bağ bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzüm vermemiş” atasözünü boşa çıkararak) Dedemin bağı olsaydı, o da oğlu yerine bana bir bağ bağışlardı. Belki de oğulda bulamadıkları sevgiyi torunda buldular. Belki ben de babamda bulamadığım sevgiyi dedemde buldum. Bir dolu bir boş, bir sevgi bir sevgisizlik. Olsun da sevgi olsun. Sevgisizlik, insanı çürütür, kurutur bir daha yeşertmez.
Bu sevgi ve sevgisizliklerin sonunda ne mi oldu dersiniz? Ben odada dedemin bıraktığı kocaman boşluğa bakarken, ondan bana miras, birkaç fotoğraf, bir iki video ve sevgi dolu anılar kaldı. Babam ise hatıralarla dolu o evi önce terk etti, sonra yok pahasına sattı, kurtuldu babasından.