Cuma günleri camiler paylaşılır, Cuma namazının farzını kılar kılmaz hızla avluya çıkılır, tezgah açılırdı. Saatçi Safi de cuma namazını ulu mabedin huzurlu ikliminde huşu içinde kıldı. Elinde tespihle, ata yadigarı olan ekmek teknesine doğru yürümeye başladı. Dükkanına gidene kadar saygıyla selam aldı, selam verdi. Saatçi Safi’nin ekmek teknesi Maraş’ın en eski hanlarından biri olan Taşhan’daydı. İki kapılı, iki katlı ve ortasında şadırvan olan, insanı geçmişe götüren, huzurlu bir mekanda küçük mutevazı bir dükkanı vardı. Gözünü açıp bu dükkanı görmüş sanki bu dükkanın içine doğmuştu. Yetmiş üç yaşına gelmiş elinin emeğiyle helalinden bu şirin dükkanda saat işiyle uğraşarak hala evine ekmek götürüyordu. Dükkanı şirin yapan, usta bir hakkâkın elinden çıkmış, oyma ahşap kapısı ve çeşit çeşit çiçekleriydi. Dışarıda renk renk ortancalar; içeride begonya, cam güzeli, kırmızı küpe çiçeği ve dört bir yanı dolanan mum çiçeği vardı. Çiçeklerinden dolayı zamanla çiçekli saatçi diye anılır olmuştu. Saat işinde Maraş’ın en iyisiydi. İşinde mahir, sözünde sadık, saat gibi tıkır tıkır akşama kadar çalışırdı. Tamir için eski kurmalı saat gelirse yüzünde bahar gülleri açar, saati hissetmek için okşar gibi elini hafifçe saatin üzerinde gezdirir, onun ne söylemek istediğini duymak için kulağına yaklaştırırdı. Eski saatlere bir antikacıdan daha fazla değer verirdi. Kıymet bilmez mirasyediler saat getirirse ne yapar eder o saati satın alır, incitmeden bakımını yapar, duvara asardı. Bazen kaçırılmayacak bir saat geldiğinde cebinde parası yoksa, komşulardan borç alır, saati koleksiyonuna katardı. Saatçi Safi’nin eşi on yıl önce onu yalnız bırakıp dünyadan göçüp gitmişti. İki oğlu da yıllar önce iş için İstanbul’a gitmişlerdi ve yoğunluğu bahane ederek, bayramdan bayrama telefonla aramayı yeterli görüyorlardı. O isterdi ki oğullarından biri ata yadigarı dükkana sahip çıksın, gözü gibi baktığı antika saatler, emr-i hak vaki olunca haraç mezat satılmasın. Ama artık oğullarından ümidini kesmişti ve bu durumu düşündükçe sol yanına ince bir ağrı giriyor, nefesini kesiyordu. Tam da böyle düşüncelere dalmışken iki kapı ötedeki hakkâk Naci rahmetli oldu. Mesleği devam ettirecek kimse kalmadığı için dükkan boşaltılıyordu. Saatçi Safi kendini Naci ustanın yerine koydu. Derin bir ah çekti. Kederle kendi sonunu düşünmeye başladı. Bu sırada kırk yaşlarında bir adam, boşaltılan dükkana bakıyordu. Bu adam Uzunoluk caddesinin kaleye bakan ucunda, rutubetli ve küçük bir dükkanda sahaflık yapan Enes idi.Enes saatçi Safi’nin dükkanına girdi. ilk defa giriyordu bu kapıdan içeriye. Gözlerini saatlerden ve çiçeklerden alamadı. Enes, Safi ustaya baksaydı, onun gözyaşlarını çabucak sildiğini de görecekti, göremedi. Boşalan dükkan hakkında bilgi almak istediğini söylediğinde,Safi ustanın yüzündeki acıyla hüznün karışımı ifadeyi fark etti ve babası aklına geldi. On yıl önce babasını Kanlıdere’de, kanlar içinde vurulmuş gördüğünde de aynı yüz ifadesi vardı. Zihnindeki görüntüleri üst üste koyduğunda tam oturuyordu. Hüzünle beraber kanı kaynadı ve o kadar yakın hissetti ki, Safi ustada babasını gördü.Böyle bir adama komşu olmayı çok istedi ve dükkanı hemen kiraladı. Cuma namazından sonra da dükkanı kitaplarla doldurunca, saatçiyle kaderleri birleşti. Çok önceden tanışıyorlarmış gibi birbirlerine kısa sürede ısındılar. Enes’in işleri yeni yerinde de iyi gitmiyordu. Kitap okuyan azalmış, birkaç kitap kurdu dışında, kimse dükkana adım atmaz olmuştu. Enes de Safi ustadan gördüğü yakınlıkla saatçiden çıkmaz olmuştu. Saatçi Safi, yeni bir usta yetiştirir gibi Enes’e işin inceliklerini fırsat buldukça gösteriyordu. Enes babasını kaybettiğinden beri ilk defa baba sevgisini bu saatçide bulmuştu. Onları uzaktan görenler baba oğul zannederdi.
Enes her sabah erkenden gelir kendi dükkanını açar,saatçinin geliş saati olan sekizi beklerdi. Saatçi onun kapıda beklediğini görünce “göz aydınlığım” diye içinden geçirir, anahtarı ona verir, kapıyı açmasını sürurla beklerdi.Sonra bir baştan kendisi, bir baştan Enes büyük bir zevkle saatleri kurmaya başlarlardı. Zembereğinin büyüklüğüne göre saatlerin kurulma zamanları farklı olabilirdi ama o kadar çok saat vardı ki, duran saati kurmak, geri kalmışsa ayarlamak daha zahmetli bir işti. Bu yüzden her sabah bütün saatleri kuruyorlardı. Sadece Safi ustanın kurduğu özel bir saat vardı. Daha on bir yaşındayken babası dükkana alıştırmak için ona hediye etmişti. O günden sonra bu saatle arkadaş olmuş dertleşmişti. “Bu saat benim ömrüm” derdi. Saatçi Safi kurmalı saatleri insan ömrüne benzetirdi. “Kurulu bir saat gibidir hayat, bir gün gelir durur” derdi. Bir cuma sabahı Enes’le birlikte yine saatleri kurdular. Sonra şadırvanın dibine iki tabure atıp hanın çaycısından ekmek çayı istediler, yanına da fırından yeni çıkmış çıtır çöreklerden alıp su şırıltıları eşliğinde kahvaltı yaptılar. İlk defa cuma namazına kadar iki dükkana da hiç müşteri gelmedi. Koyu bir sohbeti, ardı ardına gelen çaylar demledi durdu. Sohbet, kitaplar, saatler, zaman ve ölüm etrafında döndü geldi, ölümde durdu. Müezzin Ulu Cami’den salaya çıkınca sohbet bitti, namaz hazırlığı başladı. Namaza Enes’le birlikte gittiler, aynı safta yan yana huzura durdular. İmam hutbeye çıkınca pür dikkat onu dinlediler. Hutbede imam,zamandan, ölümden ve ahiretten bahsetti. Cumadan önce aralarındaki koyu sohbetin konusuydu bunlar. Şaşırarak birbirlerinin gözlerine baktılar. Namazı ulu mabedin huzurlu ikliminde, huşu içinde kılıp Taşhan’a doğru yürümeye başladılar. Dükkanın kapısına varınca saatçi Safi, çiçeklerin susuz kalıp solduğunu fark etti. Enes’ten su getirmesini istedi. O sırada kapıyı açmak için anahtarı kilide takmak istedi, bir iki denedi olmadı. Sonra bir anda sol yanına ince bir sızı girdi, nefes alamadı, olduğu yere yığılıp kaldı. Enes koşarak, telaşla ve korkuyla yetişti, onu omuzundan tutup doğrulttu. Babası yerine koyduğu adam kollarının arasında can verirken, gözyaşları içine akıyordu. Saatçinin ölümüyle bir kez daha babasız kalmıştı. Bir Cuma günü tanıştığı saatçi Safi, başka bir Cuma günü kurması bitip duran saat gibi kalbi durarak ölmüştü. Minarelerden ölüm salası okundu. İkindi namazında saatçiyi teneşire koydular. Namazını kıldılar.Son dualarını ettiler. Gömdüler kara toprağa, döndüler Taşhan’a. Enes, saatçinin dükkanın kapısını açtı. İçeride kocaman bir boşluk hissetti. Safi ustanın “ömrüm dediği” o özel saate baktı o da Safi ustanın kalbi gibi durmuştu. Enes, “bir ömür bir daha yaşanır mı” dedi ve bir daha bu saati kurmadı. Çiçekler kurudu, saatler durdu.
“Kurulu bir saat gibidir hayat, bir gün gelir durur”