Yazar 18:01 Hikaye 105

delirme hürriyeti

*Bu satırların arasından dökülecek olan yarım kalmış sözler ve anlamını yitirmiş hisler benim acımın öyküsüdür. *

Ölümü andıran bir uykunun derinliğinde gün doğabilmek için çaba sarf ederken birileri günden, güneşten ve tüm anılardan daha erken doğuyor, diriliyor, uyanıyor. Soğuk havanın insanın içini delip geçtiği sabahın ince karanlığında başını yastığından kaldırmaya niyeti olmasa bile zorunluluk hisseden yarım kalan içinde yaşattığı acının, huzursuzluğun ve yalnızlığın kadim sesini işitmeye başlamıştı bile. Sabahın ilk saatleri bu kontrol edilemeyen sesin eşliğinde çoktan çöp olmuş, elden kayıp gidivermişti. Başını yastıktan kaldırmak ve güneşe yeniden yüzünü dönebilmek anlamsız bir ritüel halini almıştı. Yirmi iki yaşının sancılı zamanlarını ilk andan itibaren kabul etmiş, ona boyun eğmiş ve pencerelere küskünlüğünü perdelerin dostluğunda bulmuştu. Doğan güneşin ve mavi gökyüzünün altında yaşamak onun için bir umudun değil ıstırabın ta kendisiydi. Başını kaldırdığı her yastıkta, kıyafetini değiştirdiği her parçada, yemeğini yediği her tabakta önüne gelenlerin değil içini yiyip tüketen seslerin çığlığı mevcuttu. Her anda insanların sesini değil kendi sesini işitebilmenin derdindeydi. İnsanlarla arasına duvarları inşa edeli çok olmuştu. İnsanların onu yok saydığı, kabul etmediği her anda yavaş yavaş inşa etmişti tüm duvarları. Onlar tarafından kabul görme şartlarını yerine getirememiş, onlardan olamamıştı. Kapıdan çıktığı andan itibaren günaydın’ın çok görüldüğü sokak izlerinde, bir hoş gülümsemeye layık edilmediği her kapı önünde insanlara karşı olan inancını ve güvenini yitirmişti. Kimsesizliği hiçbir zaman böyle derinden hissetmemişti, bu kadar kalabalığın içinde yok olmayı istememişti. Aile evinin sınırları içinde yalnızca dört duvar arasında yaşamayı hak etmemişti. Sevginin içinde sevgisizliği yaşıyor olmak bile ona yeten koca bir ıstırap iken delirme hürriyetinin elinden kayıp gidiyor olması kabul edebileceği bir hengâme değildi.   

“Yarım Kalan” bunca karmaşık hissin ve düşüncenin beraberinde yabancılaşmıştı hayatın sınırlarına. Kendi hikayesini yazmak isterken farkında olmadan yitirmişti elinde olanları. Aslında farkındaydı ancak insanların dünyasında var olabilmek için yitirmek zorundaydı tüm farkındalıklarını. Şehrin geceyle kaplanan tüm vakitlerinde dört duvar arasından çıkabilme cesaretini bulamadı kendinde. Kendi içine daldığı her anın aynasında gecenin; dört duvar aralarına, karanlık ve çıkmaz izbe sokaklarına bıraktığı günah dolu izleri duyamaz, göremez hale gelmişti. Yirmi iki yıldır yaşadığı şehrin en hakiki yabancısıydı. Bu şehirdeki varlığını ve yaşamını kabul etmezken bu şehre ait herhangi bir suça, günaha ve yardım çığlığına da ortak olmak istemedi. Şehrin gürültüyü doğuran sancılı sabahlarında her bir köşesini sahiplenmiş sakinlerinin dünyasında nasıl ki var olamıyorsa aynı şekilde kendi kendine inşa ettiği dört duvar arasında da aradığı mutlak oluşumun sahibi olamamıştı. Birer hayalin ve hatta derin bir ölümün burukluğunu taşıyordu sırtında, hatta sıradan insanlar tarafından kabul görebilmek için taşıdığı tüm yüklerin oluşturduğu sırtındaki koca kamburda… Böyle böyle tüketmişti ömrünün bir kısmını ki belki daha yolun başındaydı hikayesinin ama kendine uzun bir yaşam çetelesi de tutmamıştı. Biliyordu ince ince tasarlanmış bir ölümün yakın zamanda kendi sınırlarını alt üst edip, yok edeceğini. Çünkü acının, kimsesizliğin, değersizliğin ve sevgisizliğin yaşamlarına dahil edildiği hiç kimse öyküsünden sıyrılamaz; kendi öyküsünden kaçamaz, ölüm haricinde... 

Bunca hissin ötesinde yeni baştan doğan güneşin penceresine vuran ışığıyla uyanıverdi Yarım Kalan. Bugünün diğer tüm günlerden farklı olduğuna inandı ve pencerenin yıkanmak için dahi çıkarılmayan perdesini yavaşça, bu yaşamda ve bu dünyada var olduğunu kanıtlamak istercesine açtı. Kendi öyküsünün başkalarının satır aralarında karalanıp gitmesine daha fazla müsaade etmek istemedi belki de. Farkına vardı belki de kendi yaşamının başkalarının tasarısının daha da ötesinde olduğunun. Başkalarının onay verdiği kıyafetlere, başkalarının beğendiği tabaklara ve başkalarının seçtiği çarşaflara bir bakıma boyun eğmek istemedi. İstemedi çünkü önünde koca bir hayatın öyküsü ve o hayattan geriye kalan tüm günahlardan, korkulardan sıyrılmış olan yığınla mektuplarla oluşturulmuş bir kitabın sayfaları rüzgârın eşliğinde art arda çevrilip durmaktaydı. Kitabın satır aralarında göze çarpan metin tüm hayatının uğruna satışa çıkarılıp, en adi ikinci el muamelesini görüp kenara itildiği kendi hislerinin ta kendisiydi. Kendisi yazan değildi ancak hislerin gerçek muhatabıydı. O satır aralarındaki sözler, “Onlardan biri olmak istemiştim sadece. Onlarla oturup bir şeyler yiyip-içmek, alelade sohbet etmek… Ben onlardan şunu-bunu isterdim; onlar da halimi-hatrımı sorarlardı. Cevaplardım. Muhabbet ederdik işte. Ve hatta arada bir de resimlerini yapıp onlara hediye ederdim. Belki bazıları saklardı o resimleri. Kim bilir belki bir kadın bana gülümseyerek: “aç mısın?” diye sorardı. “Bir parça peynir veya jambon veya meyve ister misin?” diyerek yazan Van Gogh’tan ötesine ait değildi. İşte o gün toplum tarafından istenildiği hale getirilemediği için yok sayılmaya, hor görülmeye maruz bırakılmış iki insan karşı karşıyaydı… 

Yarım Kalan o gün kendisine yalnızca tek bir gerçeği hatırlatıverdi, “İnsan, derin bir yaranın ötesinde her yanıyla koca bir acının öyküsüdür.”

Close