*Sevgili Okur, okumaya başladığın vakit her satırda Rainbow/ The Temple Of The King sana eşlik ediversin.*
Yaşamımızı büyük bir denge üzerine kurar ve hiç bozulmadan, zarar görmeden süreklilik kazanmasını isteriz. Sürdürdüğümüz yaşamın sınırları toplum tarafından önceden belirlenmiş olup bir yasayı andırır gibi belleklerimize kaydedilmiştir ve dünün bambaşka dünyasına karşılık bugün de var edilebilmek için çoğu zaman hiçte üzerinde düşünmeden kabul eder ve aynı değerde devam ettiririz. İnsanın, doğanın ve dünya üzerinde sunulmuş olan yaşam şartlarının her geçen gün birer birer değişime uğradığına pekte kulak asmayız hatta asamayız çünkü topluma bir olguyu, hareketi, düşünceyi kabul ettirmek ne kadar zorsa aynı şekilde kabul ettiklerinden de onu ayırmak meşakkatli bir yolculuk demektir.
İnsanın yaşam üzerindeki değerleri anlaşılır ve nettir. Ben bu değer yargısına iki ana başlık altında bakıyor ve toplumun böyle bir aynası olduğuna inanıyorum. Bunlardan ilki hiç kuşkusuz, kazanç. Hepimiz yaşama ortak edildiğimiz bu düzen üzerinde iyi bir hayat yaşamak ve yaşatmak için gerekli ölçüde olmak ve hatta daha fazlası da olursa hoş karşılanacağı miktarda kazanç sağlamak olgusu ile programlanmış basit ancak istek ve his dünyası karmaşık olan insan topluluğuyuz. Ancak yaşamı idame ettirmek için kazanmamız gereken kazanç fikrine hepimiz farklı pencereden bakar ve farklı öncelikler ekleriz. Sevdiği işi yapanlar, yapmayanlar; kazancını mutluluk için aracı görenler ve görmeyenler gibi…
Ancak aramakla meşgul olup ama ana değer parçası olarak göremediğimiz en büyük parça ikinci değer, mutluluktur. İnsan aslında yaşama dahil olduğu andan itibaren mutlu olmayı ve mutlu olabilmenin yollarını arar. Mutlu olma telaşına düştüğü her an izlediği yol aslında ailesinden, çevresinden ve toplumun oluşturduğu değer yargılarından oluşmaktadır ve bunların haricinde çizginin dışına çıkamaz, taşamaz. Onu bağlayan öncelik kendisinden önce ebeveynlerinin dünyasını sınırları altına almıştır. İnsan işte bu noktada kaçış noktasının kendinden ve kendi içinden ötesi olmadığının farkına varır ama yirmi yaşında ama kırk yaşında ama farkına varmadan göçüp gitmede…
İnsan aradığının bulunduğu yerden çok farklı olduğunu anladığı andan itibaren uzunca bir yolculuğa adım atarken bulur kendini. Bu yolculukta hemencecik kendine, kendi içine dönüş sağlayamaz ne yazık ki zira o durumda karşısında yaşı kaç olursa olsun kendi zevklerinin, isteklerinin ve hayallerinin ötesinde koca bir yabancı benliğin durduğunu fark eder. Kurulu olan düzenin içine düştüğü andan itibaren yediği, içtiği, giydiği, aldığı ve yapmak istedikleri yönünden kendisine herhangi bir fikir sorulmamış ve birey olarak kabul edilmemiş olduğuna kanaat getirir. Bunun farkına vardığı zaman da yönünü kendine çevirmeden evvel ailesine, anne babasına bakış atar. Çocuğun yaşama dahil olduğu günden itibaren annesi ile ayrıcalıklı bağı olduğuna kesin bir gözle bakılır. Çocuk aslında anne ile bir bütündür kendinin farkına varıp, kararlarını verip, yanlış ile doğruyu ayırt edebileceğini düşündüğü noktaya gelene kadar. Ancak çoğu çocuk bu noktaya gelemez ki gelse bile kendisine farklı bir pencereden hayat inşa etmesi hakkı tanınmayacağı için bir kapanda tıkılıp kalmaya devam eder.
Çocuğun aynası annesidir. Öyle ki çocuklarının kaderini hazırlayan ve oluşturan her daim annedir aslında. Çoğu zaman -istisnalı özel durumlar haricinde- annelerimizle muhatap olmak zorunda kalırız. Annemizi ne olursa olsun tahmin edemeyeceğimiz kadar severiz ve bu koşulsuz bir sevginin gerçek halidir. Hiçbir şey beklemeden saf ve gerçek sevgi. Ancak annelerimizinde bizler gibi yaşama boyun eğip, eğmemek arasından gidip gelen karmaşık anları ve bastırılmış hayat talepleri de mevcuttur. Olmak istedikleri ile oldukları kişinin dünyası belki de birbirinden çok bambaşkadır. Kimileri okumak ister ancak okul yolunun ne olduğunu bilemez kimisi okul okur ancak okuduğu bölümün kendi istediği bölüm olmadığına kanaat getirir. Aynı zamanda evlenmek konusuda muammadır onlar için. Kısacası annemiz kendisine sunulan neyse onun doğruluğuna kanaat getirir ve onu uygular üzerimizde. Kimine sunulanlar iyiyse kimine kötüsü bile denk düşebilir.
Babalarımız ise bambaşka bir pencerenin, dünyanın anahtarıdır aslında. Kimi baba çok arka planda kalabiliyorken kimi ise çocuklarının dünyasında en güzel köşeye oturtulabilmektedir. Babaların dünyası eşlerinin dünyasından daha gizli ve karamsardır çoğu zaman. Sevgilerini ifade etmekten bile çekinebilen ve üzerine doğduğu günden itibaren erkek olmanın ağır yükümlülükleri yüklenen şahsiyetler daha doğar doğmaz kendi içlerinde kaybolup gitmektedir. Türkiye toplumunda bir arka plan olarak çoğu babanın kaldığı gözlemlenebilmektedir. Bunun hem yakinen hem çevresel bakışla karşıma çoğu kez çıktığına şahidim. Ne yazık ki bu ülkenin bireyleri en çok baba sevgisine karşılık bir boşluk hissi ile yaşamaktadır. Günümüzün anne ve baba bireylerinin yaklaşımlarının sağlıklı bir biçimde değişiklik gösterdiğini görünce gelecek kuşak adına sevinmeden edemiyorum. Babalarının yanında kendi çocuklarını kucağa almaktan çekinen bir aile yapısından çocuğuna sevgisini ve her daim yanında olduğu hissettirebilen babalar gelecek için en büyük umut aşılayıcısı olmaktadır.
Günün sonunda tüm bunları anlamaya çalışan, kurulu olan bu çokta iyi olmayan düzene karşılık vermek isteyen kişi ailesinin karşısına çıksa ve dileklerini anlatsa bile günün sonunda karşılaşacağı tepki nettir: “Biz tamam dedik diyelim ancak el alem ne der?”. İşte koca bir insanlığı etkisi altına alıp kendisi olmaktan ve istediklerini yapabilmekten geri koyduran söz budur. Kendi dünyamızda kendimizden çok başkalarının isteklerine, heveslerine karşılık getirebilen başka bir toplum var mıdır bilemiyorum. Birçoğumuzun kendisi olması yönündeki adımlarına değen taş budur. Bu taşa denk gelmeyen varsa eğer işte içimizdeki en şanslıları bulmuşuz demektir.
İşte bu yazıya adını veren ve dünyamızı saran sarsıcı durum budur, el alem. Yaptığım okumaların birinde Nietzsche tarafından yazılmış bir söze tanık oldum. Söz en manidar en gerçekçi durum bildiren bir ifadeydi. Nietzsche, İnsanın kendine dayanabilmesi ve boşluğa düşmemesi için kendini gerçekten sevmesi gerekir, diye not düşmüştü. O gün insanın kendine mi yoksa başkalarına tahammül etmesi daha kolay mıdır, değil midir diye düşünüp durdum. İçimde birer mahkeme kurar gibi hepsini, tüm fikirleri tartışmaya açtım ve konuştum ki yeri geldi kavga ettim. Bir bakıma insanlara tahammül etmek daha basitti. Çünkü anlaşamadığınız, fikirlerinizle uyuşmayan biriyle konuşmayı kesip atmak daha basit görünür. Tavırlarından hoşlanmadığınız birine karşı kapıyı kapatmak daha da basite indirgenebilir. Ancak kendi içine karşı kapıyı kapatması, konuşmayı kesip atması her daim mümkün görünmez.
El alem olgusuna karşılık söylenebilecek en net ifadelerden birisi hiç kuşkusuz üzerimizde kusursuz olmak adına kısıtlayıcı oluşumlar bıraktıklarıdır. İnsanın kendine dayanabilmesi noktasında tam burada kişiyi körlüğe sevk etmekten başka herhangi bir seçenekte sunamamaktadır.
İnsan, el alem fikrine düştüğü andan itibaren kendi için yaşamayı bir kenara bırakıp ve hatta hiç yaşamamaya başlamış oluyor. Bir başkasının fikirleri, istekleri doğrultusunda kendi hayallerine, heyecanlarına kulak vermeden birer konserve kutusundan farksızca hazır olanın etrafında basmakalıp yaşayıp tüketiyor tüm zamanlarını. Bir başkasının dünyasından kalanlarla tüketirken kendini aynı zamanda kendiyle dost olabilmenin de önüne koca bir set çekiyor. En çok kendine yabancı, kendine küs, kendine düşman… Ailelerin kırılmaz sanılan bu kalıpların içinde bir birey olma telaşına kapılıyken kapının tam ağzında kalıp hevesleri kursağında bırakılan çocukları o kapıdan dışarıya bir adım atabilmek için içindeki benliğiyle yıllarca çatışmak mecburiyetinde bırakılıyor. İşte olan bitene baktığım vakit karşımda görüp tanımlayabildiğim tek şey figüranlık olabiliyor. Ailemin ve ailelerimizin bizlere bırakabildiği tek parça doğuştan figüranlıktan ötesi değil. Birer gölge misali bu yaşamın sınırlarından geçiyor ancak sıra kendi tercihlerimize gelene kadar yaşamımızın son bulduğuna şahitlik edebiliyoruz, doğuştan figüran olmak işte budur. Doğuştan Figüran, asıl kahramanı olmamız gereken hikayemizde iki satırlık birer gölge olup el alem karmaşası içinde kaybolup gitmemize denk.
“İyi ama ben bunun için gelmedim dünyaya…”
*Önemli Not: Bu satırlar arasında dolanan fikirler tamamen benim kendimle özdeştir. Bu tip durumlar, aile yapılarına denk gelmeyenlerin olduğu da aynı nitelikte bir gerçektir. Yazdıklarımla eşdeğer hayata tanık olmayanlara mutlu bir hayat temennisi bırakabilirim ancak yazdıklarımın tanığı olanlar için kendilerine dost olması ve mutlu olabilmenin temennisini bırakabilirim. En nihayetinde herkese kendi olabildiği güzel yarınlar, yaşamlar dileğiyle, sevgilerimle. *
Yazınız güzel bir pencere aciyor insanın kendi içine.. ve eklemek istiyorum ki , ‘figüran’lıktan, hayatımizin ‘başrol’ üne geçme zamanı geldi çattı.