Yazar 14:59 Hikaye 105

Kayboluş Bi’ nevi Varoluş

Elleri ve ayakları buz gibiydi. Başı önüne eğik, kucağında birleştirdiği elleriyle oynuyordu. Karnına kramplar, sancılar girmişti. Soğuk soğuk terliyordu. Arada bir yeni aldığı kahverengi postallarına bakıyordu. Acaba ne zaman içeri gireceğim? Ne olacak? Nasıl olacak? İyi gelecek mi bana? Bana yardımcı olabilecek mi? Benim sorunum ne bulabilecek miyiz? Bu düşüncelere dalmışken yanında öksüren iri yapılı, sakallı bir adam dikkatini dağıttı. O sırada adamın kolundaki saate ilişti gözü. Heyecanlanarak saate baktı saat 15.10 sadece 5 dakika kalmıştı. Daha fazla soğuk terler dökmeye başladı. Başını kaldırmamak için elleriyle ilgileniyordu. Heyecandan bütün söyleyeceklerini unutmuştu. 

…… 

Sabah. Her zamanki gibi o boğuk, kasvetli odada uyanış. Güneş -perdeyi açsan bile- girmeyen bir oda. Asla uyanmak istemediğim bir sabah daha. Aniden aklıma saatin kaç olduğu geldi. Eyvah yine mi alarm çalmadı? Saat, saat kaç? Şükür saat daha yedi. ‘Bu aptal telefona ne oluyor anlamıyorum’ diye iç geçirdi. Yine saçma sapan bomboş bir sabaha uyanış. Yatakta bir müddet telefonla vakit geçirdikten sonra hazırlanmak için gece boyu sallanan yatağından kalkıp yatağını içeriye itti. Önüne düşen saçlarını düzeltti. Her sabah olduğu gibi bu sabah da o iğrenç mide bulantısı ile uyandı. Kahvaltı isteğini tümüyle götürüyordu bu his. Lavaboya yeltendi. Girer girmez aynadaki suratını gördü; şişmiş bir yüz, annesinin deyimiyle, karaçalı saçları ve tabii ki olmazsa olmaz o mutsuzluk. Önceleri yüzünü yıkamaya, yüzüne bakım yapmaya, dişlerini fırçalamaya ve bunun gibi bilumum öz bakım ihtiyaçlarını gerçekleştirmeye mecali vardı ama artık öz bakımını gerçekleştirmek içinden gelmiyordu. Fakat yapmak zorundaydı, dışarıya çıkabilmek ve güne başlayabilmek adına (günü başlayabilmek bu lafa çok gülerdi). Saçlarını ensesinde topladı (yüzünü yıkarken önüne gelmemesi için) yüzünü yıkayıp ardından dişlerini fırçaladı. Ve hala aynı mutsuzluk bir şey değişmemişti. Aslında değişmesini de beklemiyordu… 

Saçlarını tarayıp, lavabodan çıktı. Mutfak ve midesi arasında düşüncelere dalmadan odasına geçti. Dün akşam yatmadan önce düşündüğü kıyafetleri dolabından çıkarıp giydi. Siyah kazak, siyah pantolon ve en sevdiği mor dinozorlu çoraplarını ayağına geçirip, aynada kendisine baktı fena olmamıştı. Yüzü için yaptığı bir şey yoktu, kaşlarını tarardı ve öyle de yaptı. Ardından gözlüğünü aradı, tabii ki yatağın arasında kalmıştı, aldı temizledi ve taktı. Trencini giydi, çantasını omzuna geçirip odadan çıktı. Kahvaltı yapmayacak haldeydi belki poğaça alırım düşüncesiyle kapıyı açtı ve postallarını giydi. Şimdi en zevkli kısma gelmişti, kulağına kulaklıklarını takıp Queen dinleyerek otobüs durağına giderken hayatını sorgulayacaktı. Ki öyle de yaptı. Bu hayatta yapmayı sevdiği çok az şey vardı, müzik dinleyerek bir yerlere yürümek de bunlardan biriydi. Apartmandan çıkmak için aşağı doğru usulca indi. Derin bir nefes çekti, sonra sanki kafesinden kurtulmuş bir kuş gibi nefesini bıraktı. Artık özgürdü, en azından… Ve evet bugün düşüneceği de buydu; özgürlük, bir nevi kaçış.   

Özgürlük ne gerçekten? Herkesin ağzında bir özgürlük tutmuş gidiyor. Özgürlük, istediğini istediğin şekilde yapmak mı? Özgürlük, herkesin söylediği gibi, başka bir kimsenin özgürlüğünün başladığı yerde biter mi? Ya da bunların hepsi boş, insanlık olarak her şeyi çok fazla kutsuyoruz, bu da bu kadar kutsadığımız ‘şey’lerden biri mi? Kim karar veriyor bu gibi şeylere? Özgürlük bir nevi kaçış olabilir mi? Fakat neyden kaçış? Benlikten mi? İnsanlıktan mı? Çevrenden mi? Hayattan mı? Düşünmemekten mi? Eğer özgürlük bir kaçış ise neyden kaçış?  

Tam o sırada kulağında çalan şarkıda şu sözler geçti. “Be free with your tempo be free be free. Surrender your ego be free be free to yourself.” Bu şekilde düşünmeye devam ederken otobüs durağına gelmişti bile. Gelen herhangi bir otobüse bindi iki durak sonra inip metroya geçti. Poğaça almayı unuttu. Metroya bindi. Toplu taşımada kitap okumayı sevmezdi çünkü genelde midesi bulanırdı onun yerine etrafı seyretmeyi ve müzik dinlemeyi tercih ederdi. He bir de şu mevzu vardı; toplu taşımada oturabilme. Bayağı komik. Ne kadar uzun yol gitse bile ‘genç olduğu için tabii ki oturamazdı çünkü o GENÇ idi ve oturmaya hakkı yoktu’ insanların böyle düşündüğünü düşünür ve buna çok sinir olurdu. 

Metrodaydı, okulun yolunu tutmuştu. Bugün ki randevusunu düşünmeye başlamıştı bile. Acaba gitmeli miyim? Hiç gidesim yok ama gitmesem de ayıp olur. O kadar randevu aldım. Bir de gitmem gerekli. Tamam, tamam dersten sonra gideceğim. Ben bunu yapabilirim. Diye kendini motive etmeye çalışıyordu. Bugün kendisi için psikolog randevusu almıştı. İlk terapisi bugün olacaktı. Hem çok heyecanlı hem de çok tedirgindi. Bir bilseydi hayatının diğer kalanında terapinin onun için ne kadar iyi olacağını, bunları düşünmez tereddüt bile etmezdi.  

Vezneciler. Saat 09.45 umarım yetişebilirim. Cengiz hocanın dersine geç kalmak istemem. Yürüyen merdivenlerde hala sol tarafta duran insanlar mı? Çıkın çıkın geç kalacağım. Keşke bunları sesli söyleyebilsem. Şimdi bir de asansör sırası! Cengiz hocam çok özür dilerim beni biraz bekleyebilir misiniz? Diye aklından geçirirken gülerek asansöre bindi. Maske taktığından insanların onun güleceğini görmediği için içi rahattı. Doğruca derse koştu. Yolda poğaça alsa iyi olacaktı ya da o hep gördüğü sandviç yapan abiden bir sandviç alsa mükemmel olacaktı ama geç kalmıştı. Nefes nefese sınıfa girdi. Neyse ki hoca daha girmemişti. Yanakları koşturmaktan kıpkırmızı olmuştu elleri de epey üşümüştü. Trencini çıkartıp her zaman oturduğu sağ köşeye oturdu.  

Hm, çok iyi aferin sana Nevra, Cengiz hocanın oku dediği kitabı okumadan geldin. Aferin sana! Çok iyi bir de üstüne evde mi unuttun, mükemmelsin. Neyse tamam not alırım sonra okurken hem kolaylık olur. Bunu asla yapmayacağını bilmesine rağmen kendini kandırmıştı. Bunu hocaya belli etmemeliyim bir şekilde. Hadi bakalım Nevra. Hoca da geldi. Umarım güzel bir ders olur.  

Sevdiği hocaların dersinden çok zevk alırdı dinlemediğini düşünse bile dinler ve bir şeyler kapardı. Bir de sevdiği hoca ve sevdiği ders bu ikisi onu çok mutlu ederdi sanki hayattan soyutlanır, sadece dersi dinler notlar alır, derse katılmaya çalışır ve en önemlisi anlamaya çalışıp düşünürdü. Onu bu hayattan soyutlayan şeyleri çok severdi çünkü hayattan soyutlanmadığı zamanlar o içindeki derin ve kötü düşüncelerle kaplı bataklığa düşer ve çırpındıkça oradan kurtulamazdı bu yüzden oraya düşmemek için sürekli kendini hayattan olabildiğince soyutlamaya çalışırdı. Bu dersi yaklaşık 3-4 saat sürecekti arada hoca izin verirse mola olacaktı buna rağmen üzülmüyordu. Dersi çok zevk alarak dinledi arada bir dersten sonra terapiye gideceği aklına geldi ama o an onu düşünmek istemediği ve derse odaklanmak istediği için hemen o düşünceyi aklından savurdu. 

Yüzünde çok güzel bir tebessüm vardı çünkü ders bitmişti ve aklında yine uçsuz bucaksız o düşünceler. Bayılıyordu düşünmeye, insanları anlamaya, insanların düşüncelerine, olanlara, olmayanlara kısacası düşünmeye bayılıyordu. En azında kendisi ve kendi hayatı dışında her şey hakkında düşünmekten zevk alıyordu. Kendi hayatını düşünemezdi çünkü azıcık olan yaşama sevincini hayatta kalma hevesini alıp götürüyordu ve tam olarak bu yüzden gidiyordu terapiye.  

Hemen yemek yemeğe gitmeliyim yoksa bayılacağım. Acaba Bilge benimle gelmek ister mi? Aslında tek başıma gitsem daha iyi olacak gibi hem düşünürüm. Düşün düşün çok da iyi olduğum görülmedi daha ama neyse(!). Üstümü hemen giyinip çıkmalıyım yoksa cidden açlıktan bayılacağım. Tam çıkacağı sırada arkadan “Nevra” diye bir ses duydu. Döndü ve bir baktı ki Ekin.  

Not: Bu benim ilk hikaye deneyimim, daha önce hiç hikaye yazmadım hatta yeltenmedim bile. Bu hikayeye de bundan bir yıl önce başlamışım ve tesadüf eseri geçtiğimiz ay notlarımın arasında buldum. Devam ettirmeye karar verdim. Elimden geldiğince düzenli bir şekilde kısım kısım paylaşmayı düşünüyorum. Umarım severek ve empati kurarak okursunuz.   

Close