Dışarıdan bakıldığında aynı insandım. Değişen bir şey yoktu. Hayat olağan akışında devam ediyordu. Hatta bazen hiçbir şey olmamış gibi zaman, acının en derinin de bile işlemeye devam ediyordu. Günlük işlerimi yapıyordum hep. ‘Olması gerekenleri’ ya da ‘seçimlerimin getirdiği sorumlulukları’. Derslerime giriyor, odamı topluyor, annemle her zaman olduğu gibi saat dört ile beş arası çayımızı içiyorduk. Her şey aynıydı, dışarıdan bakıldığında. Ama içimde işler hiç öyle olmadı. Her zaman bir değişime açıktı. Bazen acı, gözyaşı, kırgınlık hissinden ibaret olduğumu, boğazıma düğümlenen şeyleri yutkunamayacağımı ve hep benimle kalacaklarını düşünüyorum. Kendime bile itiraf edemediğim şeyler varken, bunları bir başkasına anlatmak zor geliyor. Anlatamıyorum. Zaten ben de anlamıyorum.
Yazarak kendimi her zaman daha iyi ifade etmiş, kelimelerin yoldaşlığına sığınmış biriydim hep. Ne zaman yazmaya kalksam içimdekileri, gözyaşlarım bunu takip etti. Dışarıdan bakıldığında mutluydum ama içeri de işler öyle değildi. Bazen iki kişilik hayat yaşadığımı düşünüyorum. Biri dışarıdan görünen; mutlu, sakin, bazen sinirli, uykuyu çok seven, kitaplarıyla, şarkılarla yaşayan biri. Diğeri içteki ben. Sürekli çığlık atmak isteyen, yutkunamadıkları olan, boğazı susmaktan yanan, uykuyu kaçış yolu olarak seçen ama rüyalarında da rahat olmayan biri. Hangisi benim?
Kim olduğumu bilmiyorum. Ne istediğimi de. Bir saksıda duran çiçek gibi hayatımı idame ettiriyorum. Bazı çiçekler vardır. Ne kadar uğraşırsanız uğraşın eninde sonunda solarlar. En iyi güneş alan yere koysanız yaprakları kurur ya da rengi açılır, suyunu bol verseniz çürür, az verseniz kupkuru kalır. Ne istediğini bilmeyen ve yerini yadırgayan çiçeklerdenim galiba. Bazen de sulanmayı unutan. Sığamıyorum saksıma. Köklerimden sıyrılmak istiyorum. Hiçbir yere ait olamamanın kimsesizliği bu. Ne zaman bu sefer oldu, işte her şey benim istediğim gibi gidiyor desem, hayat bir yerlerden çıkıp rolünü iyi oynadı. Ya fazla uçuk hayallerim var ya da hayatla dargınlığımız. İçimde ne yaparsam yapayım dolmayan bir boşluk var. Dışarıdan görünmüyor ama sanki içimi açsalar orada. Kimi koysam eğreti durdu. Ne yapsam, ne söylesem eksik kaldı. Sözlükteki anlamım eksik olabilir.
Eksik kelimesinin anlamı sözlükte : ‘var olması gerekirken bulunmayan, gerekliği duyumsanan, gereksinilen (şey).’ olarak geçiyor. Var olması gerekirken bulunmayan çok şey var hayatım da. Sanırım tamamlanmayı bekleyen biriyim. Sen kimsin sorusuna ‘bekleme ustası’ diyebilirim bak, güzel bir girizgah olur. Çünkü beklemeyi kolay öğrenmişim, benimsemişim. Hayatın getirdiği her şeye inat pasif bir direniş olarak beklemeyi sevmişim.
Sessiz bir çocuktum. Annesinin bazen zorlamasıyla dışarı çıkan. Evde olmayı, kendi köşeme çekilmeyi, hayata kendi penceremden bakmayı hep çok sevdim ve kendimi güvende hissettim. Sürüsü göç etmiş ama kalmayı tercih eden kuş gibi. Yeniliğe duyulan özlem ile aynılığın bozulacağı korkusu hakim. Değişim içten başlar diyorlar. Benim içim zaten değişime hep açıktı ama hayatın hüzün tarafından. Oysa hayatın başka tarafları da var görmek isteyene. Umut var mesela, misafir olduğu insana farklı bir ışık veren. Aynaya baktığımda gördüğüm benden memnun olmasam da içteki benden memnun olmayı seçebilirim. Ya da iki kişilik değil de her halimle sevebilirim kendimi. Sevmeye önce kendinden başlarsan, bir başkasını da sağlıklı ve güzel seversin. Kendimi sevmeyi öğrenmem gerek.Bu yazıya başlarken gidişatın böyle olacağını düşünmemiştim. Oysa ki çok acıklı başlamıştım. Sanırım her şeye rağmen kim olduğumu en iyi ben biliyorum. Tıpkı kendi halinde bırakılan çiçeklerin karanlıkta bile açtığı gibi.
Yazımı noktalarken buraya kadar okuyan sevgili okuyucu, sana da teşekkür ederim.
Günün şarkısı : Yeni Türkü / Umut olsun.
O zaman bütün kırılmışlıklarınız ve biriktirdiklerinizle hoş geldiniz en iyi olduğunuz şeyi yapmaya yani yazmaya 😌
Kaleminize sağlık ✍🏻
Hoşbuldum, çok teşekkür ederim 🙂