Yazar 18:21 Hikaye 105 • One Comment

KUŞUN KANADINDAN SIYRILIŞ

*Sevgili dost, pencere önü mutsuzluğuna benden bir melodi!*

Geniş bir cadde üzerinde şık mimari ile eşleştirilmiş olan son derece lüks mağazaların, restoranların dolu olduğu bir yol üzerinde yürümekteyim. Yürümek diyorum ancak öyle uzun bir süredir yürüme eylemini sürdürüyorum ki artık bu yürümekten çıkıp sürünmeye denk hale bile gelmişti. Ne kadar uzun süredir bu halde olduğumu bilemiyorum çünkü saymayı da günleri takip etmeyi de bırakalı epey zaman olmuştu. Herhangi bir sınırı ve durağı olmayan bu yürüme hususunda bildiğim ve kendime hatırlattığım tek gerçek asla durmamam gerektiğiydi. Kendimi aynada dahi görmek istemeyeceğim perişan bir halde günlerimi yürüme telaşı içinde tüketip gidiyordum.  

Ancak benim hikayem böyle başlamamıştı… 

23 Haziran Çarşamba 2010 

Saat 06:00, 

Her zamanki gibi alarmın huzuru bölen sesiyle pencereme vuran güneşin eşsiz güzelliğinde güne merhaba dedim. Yataktan kalkıp kalkmamak arasında gidip geldiğim süre zarfında güne ve kendi içime başlangıç puanı vermeye çalışsam bile başaramadım. Yavaşça doğrulup günün telaşına kapılmadan kısa ve öz olacak nitelikte günümün planlamasına göz gezdirdim. Çok fazla işim vardı, yetişmem gereken çok fazla iş. Bugün de kendi sesimi işitemeyecek kadar doluydum ki bunun sevinciyle banyonun yolunu tuttuktan yarım saat sonra kendimi mutfağa atabildim. 

Mutfakta, kahvaltımı derin bir sessizlikle sürdürdüm. Düşüncelerim arasında kendimi yiyip bitirirken ne çalan telefonun ne de çalan kapının farkındaydım. Sessizlik o kadar uzun sürmüş ve kendimi yiyip bitirmiştim ki çareyi en son çalışma odama gidip bugünün dava dosyalarına bakmakta buldum. En nihayetinde insan kendi acısına çare bulamıyordu ancak ben başkalarının acılarına en kaliteli çareleri üretiyor, çıkmaz sanılan yolu tam ortasından panayıra döndürebiliyordum. Kendi acımsa, bir tıp fakültesinde incelenmek için yıllardır sırasını beklerken çürüyüp bitik hale gelen birer kadavra parçasıydı ki zaten ben hiçbir zaman bir parçadan fazlası da olamamıştım.  

İncelediğim dosyalar trajikomik olayların birbiri ardına sıralayan herkesin psikolojisinin ve midesinin kaldırabileceği türden değildi. Ağır ceza dosyaları, tüm bunları incelerken gündüzümü geceme, gecemi gündüzüme katarak birer çıkış yolu aradığım dosyalar. Hâkimin kendisine mevkiinden önce insanlığı ve vicdanı hatırlatma gayretiyle uğraşıp durduğum sayısız günlerin birinde tüm vaktimi başka insanların mağduriyetine ve acısına peşinen satıvermiştim. Bu insanların acısı mı daha derin yoksa benim içimdekiler mi diye düşünmeden edemezdim çoğu zaman. Onlarda elle tutulur bir gerçeklik vardı benim gerçekliğim ise kendi varlığının inkarıyla meşgul olup sınırlarımın içinden çıkıp yok olmuştu yahut ben öyle olduğunu zannetmiştim.  

Önümde zorlu davalarımdan biri olan bu dosyada failin gerekli cezayı alabilmesi ve hakimin vicdanını uyandırabilmek adına sağlam bir gerekçeye ihtiyacım vardı. Bu gerekçeyi internette aramak yerine rafta bulunan ve Yargıtay emsallerini barındıran bir kitaba bakıp uğraş vermekte karar kıldım. Kitabın bulunduğu rafa doğru yaklaşırken hemen sağ köşede bulunan ve sürekli kilitlemiş olduğum kitap dolabı yeniden dikkatimi çekiverdi. Acımın aynasını bulduğum bu köşeye sık sık uğramıyordum. Ancak bugün yine aklıma, yüreğime düşüvermişti bu köşe. Daha fazla dayanamayarak masamın çekmecesinde bulunan anahtarı alıp dolabı hızlıca açtım. Açtım ve elime ilk gelen içimde beni parçalayan her şeyi yazmaya karar verdiğimde  aldığım mor kapaklı defterimdi. İçimdeki ıstırabı anlatmaya çalıştığım ilk sayfadan belliydi. Gençliğimde, gençliğe ilk adımlarımı attığım o günlerde deftere düştüğüm satırlar şunlardı: 

“Bu yaşamın içinde derin bir iç çekmenin ötesine geçemedim. Yaşamımın en dokunaklı yerinde, yarışın tam ortasında hezimete uğradım. Hezimeti unutabilmek ve halledebilmek arasındaki ince çizginin tohumu yeni baştan doğmanın sınırından geçmekteydi. Yeni baştan doğmam gerekiyordu. Yeni baştan kendimi doğurmam gerekiyordu. Bunca; çizginin, yaşantının, gelişlerin ve gidişlerin arasında yeni baştan var olabilmem gerekiyordu. Ah, durabilseydim, susturabilseydim şu içimdeki hislerin ve fikirlerin çatışmasını… Düşünemeseydim, bir anlığına olsa bile değiştirebilirdim içimdeki tüm köhne kıyıları. Değiştirebilirdim, hayatıma baktığım pencerenin köşesini. Işık almayan, güneş görmeyen karanlığın içinde yitip giden penceremi çekip alabilseydim. Yeni baştan doğabilseydim. Yeni baştan tanıyabilseydim tüm dünyayı. Yeni baştan sevebilseydim insanları, güvenebilseydim. Kayıp giden günün ardından doğan güneşi tüm benliğimle görebilseydim. Beni her yanımdan saran düşüncelerin yurdundan tek bir hışımla çıkıp gitseydim. Kendimden kaçmak isterken yine kendime varamasaydım. Oysa, başarmak, çalışmak ve güçlü olmak isterdim. Yansıtılan süslü yaşamların en içten biblosu olmak isterdim. En nihayetinde bir köşenin sahibi olmak isterdim. Kendi köşemde, kendi benliğimde hiç kimsenin yargılayıcı sözlerini ve gözlerini görmeden yaşamak isterdim. Yapay çiçeklerin bir dalı olmaya bile razıydı gönlüm, yüreklerde batıp gidenlerin dünyasında…” 

“Ancak benim hikayem hiçte böyle başlamamıştı…” 

25 Ocak Cuma 1963 

Saat 02:00, 

Şehrin en soğuk gecesinde daha fazla dayanamayarak bu vakitte gelivermiştim dünyaya. Benim gelişim evimde sevinçleri, kardeşlerimin gözünde mutluluğu ki ahalinin aklında bu çocuk büyür de nasıl olur, neler olur diye düşünmenin payesini taşımamaktaydı. Zira benim gelişim yeni bir yük, yeni bir boğaz demekti. 

Annemin pencere önü mutsuzluğuna yeni bir ortak olmaktan ibarettim. 

Annem, dünyanın esrarengiz güzellikte olan köşelerine rağmen dünyayı var olmak zorunda bırakıldığı dört duvardan ibaret sanarak yaşadı. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna neyin olduğunu bilemeden yaşadı bu hayatın sınırları içinde hem de hiç merak etmeden. Böyle böyle tüketip giderken yaşamını akşamına iki tas çorbayı yapıp önümüze koyup, karnımızı doyurma telaşından ibaret buldu hayatını. Başımızı okşamadı, yanağımıza bir buse kondurmadı lakin annemin sevgisini ben önümüze koymaya çalıştığı iki tas çorbadan ve bir çorba kaşığından anladım, hissettim ve aldım. 

Babam, günümüzü güneş doğar doğmaz karanlığa çevirenden başkası değildi. Ne bana ne kardeşlerime içten bir gülümsemeyi, bakışı hediye etti. Zaten babam bize destek olmak yerine hep engel olmayı tercih etti. Zar zor bahara döndürdüğümüz yaşamı kara kışa mahkum etti. Kendi ellerimiz ile büyütmeye çalıştığımız çiçekler yeşerirken koca postallarıyla ezip geçti de yerine dikenler ekiverdi. Yani babam ne aklıyla ne gönlüyle bizimle olmadı ki bizim babamız hiçte olmadı. 

İşte böyle geçip giderken; günler, haftalar, aylar, yıllar ve baharlar, kışlar… Biri diğerinin kendini aratmadığı günlerde çıkageldi annemin kuması, ikinci gelin. İkinci gelin, iyi biriydi. Bir kötülüğünü ne bana, ne kardeşlerime, ne anneme gördüm. Evi çekip çevirdi, yemekleri o yaptı ki günün sonunda o da bu koca dünyanın kendisi içinde bu küçücük köy evinin dört duvarından ibaret olduğunu anlamış oldu. İkinci gelin gelmişti lakin bu geliş annemin pencere önü mutsuzluğuna birde gözyaşlarını ekleyivermişti. O geldiği gün annemin pencere önündeki ışığı da son bulmuş, yok olup gitmişti.  

Koskoca 11 yıl iyisiyle, kötüsüyle böyle geçip gitti ta ki babam göçüp gidene, ikinci gelin evi terk edene kadar. O senenin baharında bir gün pencere önünde görüverdim annemi, şaşılacak şey değildi ya. Penceresi ilk kez sonuna kadar açıktı, çağırıverdi beni yanına. Annem belki de hayatında ilk defa o gün baharın sıcaklığında mutlu olduğunu hissetti. Küçük bir baş okşaması koyarak bana o günün gecesinde ayrılıverdi dört duvardan ibaret yaşamından.  

Ne annemden ne de babamdan geriye bir miras kalabildi payımıza. Annemden payıma bir pencere önü, birde acılar ve gözyaşları düştü. Anne yadigarı diye hiç eksiltmedim yanımdan, hayatımın her anında sahip çıkıverdim.  

“Ancak benim hikayem tüm bu acılardan da ibaret değildi.”  

23 Haziran Çarşamba 2010 

Saat 08:30’u çoktan geçmişti bile ancak yazdıklarımı okuduğum vakit ne evden çıkasım geldi ne de adliyeye gidesim vardı. Bugünü kendime, acılarıma ayırma gayreti içindeydim. Her şeyi bir kenara bırakıp yaşadıklarımı düşünürken ansızın kaldırıverdim kafamı yazmış olduklarımdan…  

Karşımda görmüş olduğumla irkildim bir anda. Hayatımda ilk kez böyle bir ana şahitlik ediyordum. Bir yanda hem gördüğüme inanmak hem de delirmiş olduğumu düşünmenin telaşıyla donakalmıştım.  

Karşımdaydı. Bütün acılarım damarlarımdan çekilip karşımda birer vücut halini almıştı. Yaşadığım tüm acılar, ıstıraplar ve döktüğüm gözyaşları karşımdaydı, koca ömrünü pencere önünde tüketip yitiren annemin siluetiyle. Ne yapacağımı bilemedim, ne konuşacağımı da… Annem orada karşımda dururken yılların acımasızlığı tekrardan yüzüme vurulmaktaydı. Tüm anılarım canlanmıştı ve her şeyi yeniden hatırlatmak istercesine karşımda birer tiyatro sahnesi kurup, sırayla oynamaktaydılar.  

Hiç sesimi çıkarmadım lakin geçmişin getirdiği ince bir sızıyla tutup götürüverdim annemi hayatını soldurup tükettiği pencere önüne. Ne ağlayabildim ne konuşabildim onunla. Bildiğim tek bir şey vardı, bana sarılmadan ve yanağıma bir buse kondurmadan bütün acılarını bana bırakmadan gitmesine izin vermeyecektim. Annem orada öylece dururken yaşadığında nasılsa aynı şekilde mırıldanmaya başlamıştı. Çocuktum o mırıldanmaları anlayamadım yetişkin oldum o sesleri işitmek ve anlamak için bir çaba sarf etmedim. Ancak bugün hepsini duymaktaydım.  

“Tanrım, dur. Tanrım, yavaşla. Tanrım, anla beni. Tanrım, anlamalısın beni. Tanrım yaratma bir tufan daha. Başımı koyduğum manolyalar, karşımda dizili duran nehir bu anlaşılmazlığın karşısında çöle dönüşüyor. Bir çölün ortasında kaktüs kadar nefesim yok. Tanrım, müsaade etme buna.” 

İşte buydu benim hayatım. Kaçmanın, kaçabilmenin öyküsü… Olmak istemeyeceğim yerde doğup, hiç istemeyeceğim anlara şahitlik edip kendinden vazgeçebilmenin gerçeği benim öyküm. Diğerlerine sunulmayan hayatın benim için bir gün olacağına inanan saflığın vücut bulmuş şekildeki hali aynanın gerçekliğinde alay eden yansımanın acı dolu bakışları… O gün hiçbir şey söylemeden sessizce gerekeni yapıp ayrıldım oradan. Sonradan edinilmiş zenginliğin, sahte mutluluğun ve konumsal arkadaşlıkların içinden sıyrılıverdim. Benim hikayem bununla ibaret değildi ancak bana bu yarım kalmış melodiden başkasını da bırakmamışlardı. Kader motifimin çizgileri keskindi ki Berlin Duvarını andıran bu motifi yıkmak için senelerce çabaladım ve yıktım sandım. Yanılmışım. Onlardan alamadıklarımı kendi çabamla almıştım ama onlardan bana kalan kusurları ardımda bırakmadan her geçen gün biriktire biriktire ama herkesten saklayarak bir saksı çiçeği gibi büyütmüştüm. Acılarımı, hüzünlerimi, korkularımı, kaygılarımı, kimsesizliğimi…  

En nihayetinde bir uçurum kenarı hikayesiydi benimki. Bir gün mutlak gerçeğin kapısından sıyrılıp kuşun kanadındaki yüklükten vazgeçip var olabilmenin telaşıydım. Yürüyorum, koşuyorum, sürünüyorum… İşte bu kaderimin getirdiği geçmişin bir parçası değil en azından. Yürüdüğüm yolları, çektiğim acıları kabul etmiyor, reddediyorum. Yeni baştan yaşayabilmenin sancısıyla aradığımı bulduğum vakit var olmanın özgürlüğünü hissediyorum. Yok oluyorum ve yok olmanın beraberindeki doğuşu hissediyorum.  

İşte şimdi senden daha özgür, senden daha mutluyum çünkü kendi gerçeğimi kendi tercihlerimi yaşıyorum. Sahi sevgili dost: Sen kendi hikâyenin peşine ne zaman düşeceksin? Sen ne zaman kuşun kanadına yük olmaktan vazgeçip kendi sessizliğinin sesi olacaksın? Bu dünyadan öylece durmak, görmek ve izlemek için geçip gitmekten ibaret olmadığını nasıl anlayacaksın? Sevgili dost, sen ne zaman delireceksin? Kendi sahteliğinden ne zaman vazgeçeceksin? Ne zaman, zaman, zaman… Tükendin, bitir bu ıstırabı… 

Close